ARALIK2021 Reşat Yörük
Ölümüne tilili
Ölümüne tilili Ortaokulu bitirdikten sonraki ilk yaz tatilimdi. Gökbelen yaylasında… Müthiş uyumlu arkadaş grubumuzla yaşadığımız her saatten acayip keyif alıyor, elimizden kayıp gitmeden çocukluğumuzun tadını çıkarmaya çalışıyorduk. Dere boyundaki çim sahada top oynar, caminin buz gibi çeşmesinde serinledikten sonra köy merkezine (ki biz oraya Çarşı derdik) gidip burma tatlı yerdik mesela... Her ısırışta kulağımıza gelen çıtırtılar ve ağzımızın her köşesine, oradan da neredeyse vücudumuzun en küçük hücresine kadar yayılan o muhteşem lezzeti unutmak mümkün mü? Türkülere konu olmuş “7 oluklu çeşme”den içtiğimiz buz gibi su da, bu ritüelin ayrılmaz bir parçasıydı. Onu ilk kez işte o tatilin sonunda, Eylül ayının hemen başlarında gördüm. 25 yaşlarında, tıknaz bir gençti. Çınaraltı Kahvesi’nde oturuyor ama çevresindekilerle neredeyse hiç temas kurmuyordu. Göz kapaklarının üçte ikisi kapalı olup arada bir sallandığından “sarhoş” zannetmiştim. Meğer değilmiş. Gökbelen sakinlerinin “Terzi Musa” olarak tanıdığı bu genç adam, sipariş edilen pantolon ve gömlekleri dikerken, küçük dükkanında sürekli olarak Müslüm Gürses’i dinlermiş. 4-5 saat hiç ara vermeden… (Jilet firmalarının Müslüm Baba için sponsorluğa hazır olduğu yıllardı. Repertuvarında henüz pop ve rock tarzındaki parçalar yoktu.) Sonra mı? Şems-i Tebrizi’nin dediği gibi: “El alem şarap içer sarhoş olur; biz aşk ehliyiz, içmeden sarhoş olmuşuz” hali… Devletin uzun yıllar “çile ve mazoşizm kaynağı” olarak gördüğü arabeskle tanışmam işte o yıllara denk geliyor. Zamanla anladım ki, arabesk demek “acı” demekti: “Ayağıma prangalar taktılar / Gözlerimi dağladılar, yaktılar / İki koldan bir alnımdan çaktılar / Çarmıha gerdiler sensiz iki gün…” Sonra yüce devletimiz baktı bu iş böyle olmayacak, “acısız arabesk” yapmaya karar verdi. Özal hükümetinin Kültür ve Turizm Bakanlığı, Hakkı Bulut’a sipariş ettiği yeni tip arabeskten çok umutluydu. Yapılan iş, dozu azaltarak kişiyi uyuşturucudan kurtarmaya benzetiliyordu. Ama ortaya “nargile suyu” gibi yavan bir şey çıktı: “Ne bileyim işte kıskanıyorum/ Seni kendimden bile kıskanıyorum/ Henüz üç yaşında bir kardeşim var/ Seni ondan bile kıskanıyorum.” “Devlet arabeski” sarımsaksız-sirkesiz-tuzsuz-limonsuz kelle paçaya benziyordu. Ve o gün anlaşıldı; darı unundan baklava, incir dalından oklava olmayacağı gibi, devlet zoruyla müzik de olacak iş değildi. Zaten Özal da “Olursa olur suyu, olmazsa hamur suyu” demişti. Devlet ne kadar frenlemeye çalışırsa çalışsın, Mısır filmlerinin etkisiyle başlayan arabesk furyası, hızlı gecekondulaşma ve artan iç göçle giderek güç kazandı. Ferdi-Orhan-Müslüm üçlüsü, kuru fasulye-pilav-cacıktan bile önce geliyordu çoğu için... Onları zorlayan bir tek Metin-Ali-Feyyaz çıktı. Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur ve Müslüm Gürses’e “Baba” lakabı takıldı. Değerli halkımız öyle herkese “baba” demezdi. Her sahneye çıkışında mikrofonu yelpaze gibi sallayan İbrahim Tatlıses mesela… Hiç “İbrahim Baba” denildiğini duydunuz mu? İtiraf edeyim; ben de sevdim arabeski bu arada… Ama bazen içerdiği derin manaları anlamakta zorlanıyordum: “Severek ayrılalım / Aşka hasret kalalım / Eğer mutlu olursak ah / Yeniden barışalım” gibi… (Madem ayrıyken mutlusunuz, niye barışacaksınız kardeşim!) Ya da “Geçen cuma gelecektin / Aylar oldu gelmedin”… (Geçen cuma diyorsan, aradan taş çatlasın bir hafta geçmiş. Ayları nereden çıkarıyorsun?) Müslüm Baba, sonradan sosyete tarafından keşfedildi. Böylece arabesk, yeni ufuklara yelken açmıştı. Türkiye bu aşamaya gelinceye kadar, yepyeni tipler, adamı manyak eden yeni şarkılar sürüldü piyasaya. Bir Çılgın Sedat vardı mesela… “Ola ki sen beni aldatırsan / Benden başkasına varırsan / Bak çakarsam oturturum” gibi duygu yüklü parçasıyla yüreklerimizi dağladı. İsmail YK çıktı sonra. Soyadını “Yeni Karamürsel” zanneden arkadaşları biliyorum. Allah var, onun şarkısı da çok içten, çok acılıydı: “Allah belanı versin!” “Küçük” olarak tanınan, sonra çabuk serpilen Ceylan’ın “Her gün beleş yaşıyorsun” diye başlayıp “Yaptığına şantaj denir/ Böyle aşka montaj denir/ Şantaj, montaj, şantaj, montaj” şeklinde devam eden dev eserini Yakup Kadri Karaosmanoğlu duysa, mezarında ters dönerdi kesin. Şahsen ben, Ümit Besen’in “I love you, I love you / Do you love me / Yes, I do / If you love me tell me, tell me / If you love me kiss me, kiss me” şarkısının da Şekspir üzerinde aynı etkiyi yarattığını düşünüyorum. İnanmayan Stratford’daki mezarına gidip baksın. Arabesk olmasa da, Hakan Peker “Hey Corç versene borç/ Olmaz Maykıl bende de yok” adlı eseriyle çıtayı biraz daha yukarı çıkardı sonra… Haklarını teslim etmek gerekir; arabeskteki yükselişe (!) piyasadaki sanatçıların XS modeli, yanık sesli “küçük” şarkıcılar da epey katkı koydu. Küçük Emrah, Küçük Ceylan, Küçük Tülay, Küçük Canan, Küçük Hasan, Küçük Ali, Küçük Mahir, Altın Çocuk Bilal, Memocan ve burada adını sayamadığım pek çok değer “Ölümüne Tilili” gibi onlarca kaliteli eseri Türk müziğine armağan etti: “Bu alem benden sorulur / Bende kalemler kırılır / Hak eden hakkını alır / Ölümüne tilili” Minnettarız hepsine!